Dahi ve Deli

‘İlk’lerimiz her daim akılda kalanlarımızdır. İlk aşk, ilk öpücük, ilk öğretmen liste uzar gider. Bu listede yer alanlardan biri de sinemaya adım atıp beyazperdenin büyüsüne kapıldığımız o ilk andır. Aramızda sinemada izlediği ilk filmi hatırlamayacak kimselerin olduğunu sanmıyorum. Çocukluğumuz, gençliğimiz için sinema bayramdır, cep harçlığıdır, salonun karanlığının verdiği güvenle sevgilinin elinden tutmakla tutmamak arasında defalarca kalmaktır, ne kadar efe de olsan saklamaya çalıştığın bir damla gözyaşıdır, kavuşmaktır, kısacası hayattır.

Bir gün dost meclisine konuk oluyoruz. Laf lafı açarken söz sırası sinemaya geliyor. İlklerin amansız bir hızla sona yaklaştığı günümüz dünyasında ardımızda bıraktığımız şeylerden birisinin sinemaya gittiğimiz o günler olduğunu anımsıyoruz. Çoğumuz en son ne zaman sinemaya gittik onu bile tam olarak hatırlamıyoruz. Oysaki her birimizin doksanlar beyazperdesine duyduğu özlemin ne kadar da derin olduğu konusunda ortak paydada buluşuyoruz. Braveheart, The Shawshank Redemption, Eşkiya, Leon, Forrest Gump, Ağır Roman, Fight Club ve nicesini zamanın nasıl geçtiğini anlamadan konuşuyoruz da konuşuyoruz. Efsanelerden unutamadığımız anları, replikleri paylaşıyoruz. Sonra bir anlığına duruyoruz. Heyecanla konuşabildiğimiz bu yapımların çok uzaklarda kaldığını fark ediyoruz. Marvel ve DC Comics kahramanlarının görseli bol içi boş kahramanlıklarına gülümsüyoruz. Üç günde yazılan, dört ve beşinci gün oynanan, afişleri göz kanatan, izleyicilerin zihinlerinde toksik etki bırakan yerli yapımlara öküzün trene baktığı gibi bakıyoruz. Ticari kaygılar nedeniyle çekilip saygı duyduğumuz oyuncuları dahi madara eden, konusunu en fazla birkaç ay içinde unutacağımız vakit kayıplarına serzenişte bulunuyoruz. Susuyoruz. Belki de suskunluğumuzla aradan geçen çeyrek asırdan hesap soruyoruz. Büyüklerimizin eskilerden bahsederken yaptıkları gibi uzaklara bakıyoruz. Zamana teslimiyet niteliğinde bakışlarımızla farklı ama bir o kadar da aynı olan sessiz yasımızı tutuyoruz.

Uzun süredir sinemaya gitmeyen ben, bir film afişiyle göz göze geldim. Hem afişin karakteristiği hem de oyuncular beni doksanlara davet ediyordu. Afişte yer alan Oscarlı iki büyük oyuncu Sean Penn ve Mel Gibson’a selam durduktan sonra yapılacak işler var diyerek yoluma devam ettim. Birkaç adım attıktan sonra direnmenin anlamsız olacağını düşünerek geri döndüm. Afişe bir kez daha baktıktan sonra oyuncuları dışında hiçbir şey bilmediğim bu film hakkında hiçbir araştırma yapmadan davete icabet etmeye karar verdim.

The Professor and The Madman

“Kitapların üzerine çıkarak bu yerden uçup gidebilirim. Kelimelerin kanatlarında dünyanın sonuna kadar gittim. Okuduğum zaman kimse peşime düşmüyor. Okuduğum zaman kovalayan benim…”

Salona ilk giren ben oldum. Uzun yıllardır görmediğim beyazperdeyi gördüğümde bu kadar heyecanlanacağımı tahmin etmemiştim. Reklamlar, fragmanlar derken salona son girenin de ben olduğunu fark ettim.

Filmde anlatılan hikâye, diyaloglar adeta tüm satırları çizilmek istenen kitap gibi. Senaryonun çıkış noktası hemen hemen hepimizin bildiği hatta bazılarımızın kitaplığında yer almakta olan Oxford English Dictionary kitabının oluşma hikayesi. 19. Yüzyılın ortalarında İngiltere’de Profesör Murray’in (Mel Gibson) en büyük hayali İngilizce ’de yer alan sözcüklerin tamamının kökenini araştırıp kapsamlı bir sözlük oluşturmak ve dilini dünyaya tanıtmaktır. Oxford Üniversitesi’ni bu konuda ikna eden Murray’a sözlüğün ilk cildini oluşturması için çok kısıtlı bir süre tanınmaktadır. Kendisinden beklenen bu büyük yük karşısında görevine başlayan Murray ve arkadaşları çok zaman geçmeden bu kadar kısa sürede böyle bir sözlüğü oluşturmanın imkansızlığının farkına varmaktadırlar. Bu esnada kendilerince bir yöntem bularak halktan kendilerine sözcüklerinin anlamlarını, kökenlerini içeren mektuplar göndermeleri konusunda yardım istemektedirler. Ülkenin dört bir yanından gelen mektuplar da profesörün çalışmasına yeterli ivmeyi kazandıramamaktadır. Vazgeçmek ve işinden alınmak üzere olduğu son raddede beklenen yardım eski bir askeri cerrah olan Dr. Chester Minor’dan (Sean Peen) 10000 kelimelik bir çalışma kitapçığıyla gelmektedir. Dr. Minor’un çalışması o kadar etkileyicidir ki sözlüğün ilk cildinin yetişmesini ve basılmasını sağlamaktadır. Bu büyük yardıma karşılık Dr. Minor ile tanışmak için yola çıkan Profesör Murray çalışmanın gönderildiği adresin bir akıl hastanesine çıkması ve Dr. Minor’un da şizofreni hastası olduğunu öğrenmesi üzerine büyük bir şok yaşamaktadır. Dr. Minor askeriyede görev aldığı dönemde savaşta yaşadığı travmatik olaylar sonrasında akıl sağlığını kaybetmiş ve hezeyanları nedeniyle masum birinin ölümüne sebebiyet verdiği için akıl hastanesine gönderilmiştir. Dr. Minor burada dönemin akıl almaz deneysel psikiyatrik tedavi yöntemlerine maruz kalmaktadır (Dr. Minor akıl hastanesine adım attığında psikiyatr tarafından Minor’un kafatasının üzerinde çeşitli ölçümler yapılarak deneysel tedavi modelleri   geliştiriliyor. Filmi izleyecekler bu noktada psikiyatri biliminin frenolojiden ve buna benzer ayrımcı bilimdışı uygulamalardan bugünlere nasıl geldiğini daha iyi gözlemleyebilirler). Filmde bitmek tükenmek bilmeyen şekilde ruhsal azap çeken Dr. Minor’un kefaletini ödeme arzusuyla kendisini cezalandırdığı sahne (ağır psikiyatrik vakalarda çok nadir olarak karşımıza çıkan Klingsor sendromu), sinema tarihinde gördüğümüz en çarpıcı sahnelerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Sözlüğe inanılmaz katkılar sağlayan Dr. Minor’un Oxford sözlükte hiçbir şekilde adının geçmemesi koşulunu öne süren Oxford yönetimi karşısında Profesör Murray’ın bitmek tükenmek bilmeyen çabası ve hatta yıllarını verdiği sözlükten dahi vazgeçebilecek olması bir dahi ile bir delinin dostluğunun ve vefa kelimesinin boyutlarının ne denli olabileceğini gözler önüne sermektedir. Affedilme ve kurtarılma metaforları sizi son ana kadar filmin içinde tutarken hastalığın ilacın kendisi olduğu gerçeği yüzümüze çarpmaktadır.

Beatles’e adanmış ‘I am Sam’ filminde canlandırdığı zekâ geriliği olan yetişkin rolüyle zirve yaptığını sandığımız Sean Penn, The Professor and The Madman filminde canlandırdığı şizofeni hastası Dr. Minor rolüyle ben hala zirvedeyim mesajını sonuna kadar veriyor. Karl Marx’ı andıran sakalıyla Profesör Murray rolündeki Mel Gibson ise hep bildiğiniz gibi yine bir İskoç, yine olmaz denileni oldurmaya çalışan bir Braveheart olarak karşımıza çıkıyor. Bu filmde beni en çok etkileyen unsurlardan birisi de bir tıp hekiminin kelime dağarcığının uçsuz bucaksızlığı ve bilhassa bu kelimelerin tarihsel teferruatına son derece hâkim oluşudur.

Özetleyecek olursak sözcüklerin, sözcük olana kadar geçirdiği serüvene tüm hayatını adamış bir deha ile Amerikan iç savaşının dehşetini bir cerrah olarak deneyimlemiş ve sonunda “deli”rmiş bir başka dehanın, kelimelerin dünyasında buluşmasının müthiş öyküsü izleyiciye sanat, edebiyat, psikiyatri tarihi, merhamet, vefa, zekâ ve bilcümle kelamın kapılarını ardına kadar açıyor.

Salonun ışıkları açıldığında sinemanın sadece sinema olmadığına bir kez daha inanmıştım. Yan salonda oynayan Marvel filmini izleyen kalabalığın arasından çıkışa doğru yol aldım. Beni sinemaya yeniden çağıran afişe son bir kez daha bakarak doksanlarda izlediğim filmlerden aldığım keyfi yıllar sonra tattırdıkları için bu iki ustaya şükranlarımı sunarak 21. Yüzyıla doğru yeniden yol aldım.

Uzm. Dr. Erman Şentürk